18 Aralık 2014 Perşembe

Saklambaç

Hava daha aydınlanmamış.
Anneannem uyandırıyor bizi; "hadi kalkın kahvaltı hazır"
Burnuma mis gibi kokular geliyor; kızarmış ekmek, mis gibi taze çay(anneanne çayı)..
Fırlıyoruz tabi hemen ablamla. Sobanın karşısında ısıtılmış önlük ve çoraplarımızı hızlıca giyiyoruz. Hemen kahvaltıya; Olmazsa olmazım çaya batırılmış kızarmış ekmek ve tulum peynir birlikteliği; o ne güzel tat..
Kahvaltı bitip servise daha varsa; anneannemin yastıklarında kestiriyoruz biraz daha. 
Sonrası okul..
Türkçe, matematik, hayat bilgisi, saatlerinde matematik yaptığımız beden eğitimi..Fakat okul o ara benim için
tenefüslerde bağıra çığıra koştuğum bir oyundu daha çok. Hele ki hoşlandığım bir çocuk varsa tadından yenmez; hep o bulsun isterdim beni saklambaçta ama şu ağacın arkasına saklanan da fena değildi hani.
Oyun asla bitmezdi. Sokaktaki herkes arkadaşımdı. Merdivenleri, lambaları, en tenha köşeleri hepsi bizimdi. Tınaklarımın içine toprak dolana, yüzüm "leş" gibi olana kadar girmezdim eve. Bisiklete biner en çok da babamın gitme dediği yerlere giderdim; yokuş aşağı inerken asla ellerimi bırakmazdım ama. Arada dedemin yanına kaçar köydeki kahveden gazoz ısmarlatırdım kendime; para çikolata ve küçük oraletler de yanına bonustu bizim eski bakkaldan..
Annem döndüğünde bir kutlama bir ziyafet..Ben annemin "kafası olduğuna" fikse olmuş şaşkınlığımı üstümden atamazken ("kafası açılıp içinden bi şey alınacak" demişti doktor nasıl oluyordu da kafası hala yerinde duruyordu.)
 herkes annemin dönüşüne şükredip yemek yiyordu. Yaşım biraz daha büyüdüğümde öğrendiğime göre "damarları karışmış"biraz annemin. Onlar "çıkartılsa" yeterliymiş. "O damarı nasıl çıkardılar, tekrar nası kapattılar kemikleri" merakıma çare yok tabi; doktor olayım diyorum ben iyisi. Eniştemden de görüp özeniyorum tabi ki; ne havalı iş "İnsanın 'iç'ini biliyor" 
O ara çıkmıyorum sokağa Kapılarımı kapatıyorum . Sonra da bir daha asla.. 
Özel olarak aldığımız biyoloji kitaplarını derslerden önce okuyup bitiriyorum. Nasıl ilgimi çekiyor o küçücük hücre. O "hücrenin" aşkına hep; sokağı terkediyorum. 
Sonrası nasıl hızlı, nasıl telaş..
O küçücük hücreden buraya nasıl geldik anlamıyorum. 
Başka oyunlar buluyorum kendime artık başka "sokak"lar.
Ama yine de hep "orayı" özlüyorum. 
En tenha köşelerini sokakların, en hızlısını bisikletin, en soğuk gazozunu bakkalın, en saf aşklarını; saklambaçların.
Çayın, ekmeğin ve umudun en taze olduğu "o sokaklara" koşarak yetişeceğimi bilsem koşarım; yeniden.
Ama Ortaçgil'in de dediği gibi;
"Zaman Düşer Ellerimden Yere 
Oradan Tahta Boşa 
Saatler Çalışır, İzinsiz 
Hep Bir Sonraya 
Resimler Sarı Güneşsizlikten 
Duygular Değişir 
Dostlar Dağılır Dört Bir Yana 
Kendi Yollarına 
Ve Sen, Ben Değirmenlere Karşı 
Bile Bile Birer Yitik Savaşçı 
Akarız Dereler Gibi, Denizlere."

"Belki de en güzeli böyle"



4 Aralık 2014 Perşembe

Yağmur

"Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylonlandandı o kadar"
***
Yağmur..
Yine en sevdiğim renkle yolladı haberini; gri..Yeşilin en güzel tonunu sunup, maviyi çalıp yutacak birazdan. -maviyi bulanlardansanız, şanşlısınız. 
Uzakta bi yerde çatladı gök, mora çaldı çizgisi. Göz gözü görmüyor -ıslanmamak için koşanlardan, yürüyen şemsiyelerden. 
"Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz."
Dünyanın insana yaptığı eve git çağrısı olarak "dinlerim" yağmuru. "Eve git ki sokaklar temizlensin; kirinizden.-anneleri çağırana kadar yağmurda dans edip küçük gölcüklerden kendilerine deniz yaratan çocuklar, sahilde öpüşen sevgililer ;Onlar kalsın. Bir de sen kal"
Kalırım. "Dinlerim" yağmuru. Tüm gürültüleri örten dingin sesini.. Arada bir kaldırır kafamı yukarı bakarım; bulutların sevişmesiyle doğan, dünyadan hızla geçip toprağa karışan damlaları görmek için. "Tanrı da böyle mi izliyor bizi biz geçerken bu dünyadan " diye düşünürüm.
***
Bizim sokağı bir alt sokağa bağlayan merdivenlerin ortasında oturdum kaldım. Yanımda iki sıra ağaç; sararmış yapraklarıyla..
"Hiçbir şey umrumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka."
Başka önemli ne var ki hayatta ?
(Su ve elektrik faturasını bir hafta geciktirdiğimi, 2haftadır dolabın ve midemin bomboş oluşunu, evin akan tavanını, işyerindeki beş para etmez adamların nefesini, ciğerimi çürüten sigara için denkleştiremediğim kuruşları hiç düşünmüyorum..)
Tek tek toprağa karışan damlalar.. Sadece onları görüyorum. Hepsinin bir karakteri var biliyorum. Bazıları hırçın yaprakları parçalayacak kadar, bazıları rüzgara inat değiştirmez rotasını, bazısı dingin karışır maviye ve griye. Ama hepsinin bir şiiri var..
"Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı."
Ne iyiydik ne kötü..
Günlük tasalardan sıkılmış, birbiri içinde "boğulan" bir avuç yağmur damlası.. Ne iyiydik ne kötü.. "Son"u ve "toprak"ı bile bile kavgadan ve umuttan vazgeçmeyen, birlikte oluşturduğumuz güzel senfoniyi hiçbir zaman duyamayacak olan "yolcu"lardık..Ne iyiydik ne kötü..
"Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik"
Yağmur dindi..
Çekip gidiyorum.







20 Kasım 2014 Perşembe

Sallama Çay

İzler. İzleyişler. Geçişler. Nefes..
Kaçış hep, hep bir şeylerden kaçış.. Tekrar nefes..
        ***
Buğulu bir pencerenin arkasından izledim şehri. Güneşin doğuşundan batışına kadar. İlk pembelikten son kızıla kadar.. Kavgayı, tanışmayı, doğumu, ölümü içinde barındıran koca bir günü yine sabah kalktığımda içime kurduğum o müzikle izledim; dinledim. 
Her sabah yeni bi ızdırapla doğardım; bu sabah da her sabah gibi; doğdum.. Fırtınayla.. Sallama çayımı bardağa koyup suyun kaynamasını bekledim.(ne samimiyetsizdir "sallama" çay) gece boyunca yapışmış yemek borumdan kuru bir ekmeği zorla geçirip "gün gibi kaos" a attım kendimi. Buğulu cam; yeniden.. Akan bir şehir, uyanmaya çalışan.. Kaos; kaos olacak ya kornasız kavgasız olur mu; yeni bir sabaha yeniden "doğma"nın sancısı çıkarılacak elbet birilerinden.. 
Hiç bilmediğim hayatlara; kulak misafiri oluyorum. Ne tuhaf; beni asla tanımadınız ama yol boyunca muhabbet ettim sizinle, ne tuhaf..
Buğuya yeniden dönüyorum.. Az kaldı.  Kimse görmüyor birbirini. Telaş; hem de nasıl.( ne için..) Yol bitti; başlıyoruz..
Tanıdık yüzler görüyorum. Tanışmadığım "tanıdık" yüzler.. 
"Günaydın"( Bir gün tanışsak ya sizinle; yeniden. Bu telaş bitmez; beklersek. Akışın/telaşın tam ortasında belki kendi yaptığımız bir gemide.. Yeniden)
***
Odalar..
Çoktan uyanmışlar..
Nefes, tekrar nefes..
***
İkinci sallama çayım. Uyanmalı artık. Göz kapaklarımı kafeinle asmalı kaşlarıma.. Dinlemeli; hatmetmeli, öğrenmeliyim. Yararsız. Çarpıntıdan başka bi işe yaramadı çay. "Sallama çay" . Adapte olmalı "şu ana". Gidip geliyor görüntüler, sesler. Uyanmalı..
Kent uyandı artık. Güneş tepede.. Şarkı nakarata döndü saat benim saatim. Yürüyorum..Geçiyorum yanlarından.. Acı çığlıkların, fırtınada terlik giymiş ayakların, yumruk yumruğa kavgaların, nefessiz nefeslerin, yetmeyen kalplerin, tıkalı damarların.. Kanların, balgamların..
Geçiyorum..
Yine buğu, yine şehir. Bu kez şarkı en hüzünlü ezgisinde. Kızıla dönmüş. Keman en tiz sesiyle.. "Geçtiklerim" geçiyor gözümün önünden. Yetişemiyorum. Buğuyu görmüyorum. Şehir de yok artık. Beklemeye ne hacet "dem"e ne gerek var.. Nefes.. Yeniden.. Yeniden tek kişilik hayatımın en sallama çayını demliyorum; uyuyalım.. 
Nefes..
Şarkı bitti..
Uyuyorum.





16 Kasım 2014 Pazar

Anadan Üryan

Samimiyetsizlikten mütevellit "birbirimizi doğru anlayamıyoruz ve sonu acı çekmeye gidecek kadar uzayan bir anlayışsızlık içinde kıvranıyoruz..bir 'samimiyet antlaşması' yapılmalı " demiş Tarhan Gürhan psikeart samimiyet sayısında. Benden de nacizane bir kaç fikir olsun istedim bu anlaşmaya;
Hergün kuşandığımız maskelerden kurtulmalı, kendimizden değil "mış gibi"lerden hızla uzaklaşmalı, kusmalı, ağlamalı hep üstünü yalayıp geçtiğimiz "deniz"e cesaret edip bir nefeste dalmalı.. Dibi olmayan bir deryada yüzmenin; bizi kördüğüm olmuş sıkıntılara, yalnızlıklara, serotonin reseptörlerimizi dolduran ama asla bir muhabbetin boşluğunu dolduramayacak olan antidepresanlara itecek bir kaos değil "ben"i bendeki "öteki"yi keşfetmek adına yapılacak olan doyumsuz bir yolculuk olacağına inanmalı.. "Ötekinin cehennem oluşu"nun ızdırabıyla değil derinlere "boğdunuz" 'öteki'yi(uzaklaştığınız kendinizi) anlamanın/anlamaya yaklaşmanın heyecanıyla ilerlemeli sonra tüm ağırlığımızı o saf suyun içine bırakıp kontrolsuz salınmalı; anne karnındaki gibi huzurla -ama bu sefer bağımsız özgür ve sınırsız bir "sıvı"da- sonra tüm samimiyet tüm 'açıklığımız'la anadan üryan yeniden doğmalıyız.

15 Kasım 2014 Cumartesi

Soru

Aşkı kendimiz yaratırız kuşkusuz. Peki neden yaratıyoruz aşkı ? Değersizlik duygumuzdan mı ? Hiçbir zaman tam olamayacak olmamızdan mı ? Biz eksik yaratıkların patolojik kıskançlığı aşkın neresine düşer ? Düşerse yaralar mı ? Kendine güvensizlik, düşük özsaygıdan kaynaklanan bu çıldırtan rahatsızlığa tutulacak ne yaşarız savunmasız cephanesiz fallik döneminizde. Neden bir şeye bağlanma ihtiyacı duyarız ? Bağlanmazsak düşecek miyiz ? Hepimiz mi "hasta"yız ? Aşk gerçekten Adem ile Havva’dan kalan eski koskocaman bir yalan mıdır ? Onlar da bizi "yaratmak" için mi "kandırılmışlardır" bir "kızıl elma" tarafından ? Sukuti Sondem'in dediği gibi insan gerçekten psikosomatik bir hezeyan mıdır aslı olmayan ? Hiçbir zaman tam olamacağı gerçeğinin bilincinde olma cezasına çarptırılmış çıldırmaya direnen çaresizler çaresizi bir "direnişçi" midir yoksa ?